Büyük Boy başlıklar açıyorum üzerinde düşünmek için. Bir sürü farklı yanıtı vardır. Bana sorulmadan söyleyeyim; ben, bilmek için, anlamak için, içime düşen duygu- merak ve heyecanlarım için BEN durumundan BİZ durumuna geçebilmek –biz mutluluğunda olabilmek- için nitelikli ve faydacılık temelli çalışarak entelektüel kimliğime anlam katmak için çalışıyorum.
Mesela, kavramlara ve olaylara kafa yorarım. Masa başında, kırsalda, yürürken bile an’ın keyfini kaybetmemeye çalışarak, görsel etkilenmelerimle, içime düşürdükleri duygularla ya telefonuma ya cebimdeki küçük not defterime notlar alarak, uygun vakitte bu notların daha geniş nasıl anlamlara geldiğini bilmek üzerine bu mini ajandayı tutarım. Aydın kimliğimi geliştirmek üzere, mesela, şunu sosyolojik varlığım adına gayet tabi gereklilik olarak görürüm; beş yılda bir gelen politik seçimlere bilinçli bir seçmen olarak katılmak ve dünya barışı adına tek oyumun ziyan olmaması için, taraf olmak için mecburum bu sahada olan bitenleri okumaya, görmeye, anlamaya çalışmaya. Üstelik de doğrulara yakın anlamaya karşılaştırmalı çalışmalarımla kendimi mecbur hissederim. Çünkü analiz etmem ve senteze varmam gerekecek o değerli 1’in gücüne inanarak, o 1 oyu kullanmak için. Bunun temelinde, çalınan ömrün benim olduğunu peşinen bildiğimden, onun hiçbir parçasını hırlıya hırsıza çaldırmak istemem açıkçası. Bu nedenle önüme usturaplı ufaktan mecburiyetler koyarım.
Anthony Giddens ve Philip W.Sutton’un hazırladığı ‘Sosyoloji’ kitabında çalışma, “insan gereksinimlerini karşılayan mal ve hizmetlerin üretilmesi amacıyla ücretli ya da ücretsiz gerçekleştirilen zihinsel ve fiziksel çabaların harcanmasını gerektiren işlerin yapılması olarak” tanımlanır. Devamında, “Bütün kültürlerde çalışma, ekonominin temelidir ve ekonomik sistem, mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımını sağlayan kurumlardan oluşmaktadır” der.
Hizmet üretmek için kuruma ve bireye çalışmak değil konumuz. Kendi arabamızı temizlemek mesela; bisikletimizi tamir ettirmek; evimizin penceresini silmek; kitaplığımızı düzeltmek; bahçemizde tohum ekmek, kompostu karıştırmak; ağacımızdan meyve toplayıp komşumuza vermek; kitap okumak, nehir kenarında gezinmek; tavukları yemlemek; bir fidan dikmek veya birinin diktiği fidanı düzenli sulamak; bir sanat ile uğraşarak ortaya bir şey koymak vs. Belli bir emir altında olmadan, üzerimize düşen şeylerin sorumluluğunu duyarak ‘iyi şeyler’ yapmak diyebilirim. Buna, bir arkadaşımızla buluşup, sosyalleşme adına kahve içmeyi de katabilirim.
Çok çalışmak ‘keyfiyete’ bağlı değil sadece. Biz olarak, toplumun içinde bir birey olarak bir şeye karşı onda bir anlam buluyorsak, yani toplumla var olabilme zorunluluğumuz varsa insan olarak, kendimize, ‘topluma ne vermekteyim ve ondan ne almaktayım?’ diye bir soru da sormalıyız. Ama, konumuz burada, ‘topluma ne vermekteyim?’ dir. Herkesin bir cevabı vardır yine.
Sanayi devriminden sonra insanlık, teknolojiyi de yanına alarak kendisini fayda ve yan etkileri açısından bir kulvara soktu. Herkes mutlu veya mutlu olduğunu sandığı bir mekanda, yetinerek veya az az üstüne koyarak hayatını sürdürmekte, bu süreçte mutlu olmaya çalışmakta. Mutluluklarımızı ve mutsuzluklarımızı tartıya vursak, sanırım mutsuzluklar daha ağır basar. İç ve dış unsurlar var. Mutsuz insanlar iş başına geldiklerinde ürettikleri de bu ve buna benzer şeyler olduğu için, dünya pat küt kaos, stres, acımasızlık, yıkım, kirlilik içinde yoluna devam ediyor. Ne kadar birikmiş sorun var? İnsanlar her gün günde 8-12 saat çalışırken, bu kadar çok çalışırken ‘iyi anlam’ nerede peki?
Hayat neye indirgendi? Yegane unsur ekmek-su-barınma işi mi? Toplumda liyakat ve rekabet kötü zihinlerce kaldırılırken, fırsatçıların yolu açılırken, iyi insanlara kasıtlı kötücül oyunlar kurulurken, gelmesini mi bekleyeceğiz iyi şeylerin? Ya işleri çıkarsa, gelemezlerse n’olacak?! Hadi, gelsinler de, bu sefer de ‘geç gelirlerse’ n’olacak?! Mesela, mahallemizde neden 5 tane halk kütüphanesi yok? Vazgeçtim, neden 2 tane yok? Neden her şeyi satın alalım, ödünç almak olmaz mı? Bu iyi bir şey değil mi, evet. Peki, sen bunun gerçekleşmesi için bir şey yaptın mı? Çok mu zahmetli bir iş muhtarlığa bir dilekçe vermek, etrafındaki komşularını örgütleyerek bu dilekçeyi 10 veya 200 kişiye çıkarmak? Ama başka şeylerle meşgulsün. Bu konuda değil de, başka konularda mecburiyetlerin, merakların var. Demek ki, bu durumda, hiç veya yeterli anlamda kütüphane yokken, kendin ve çocuğun kültür edinimi için ya satın alacak, ya bir arkadaştan ödünç ya da okumayacak, gözden kaçıp gidecek. Buna ‘duyarlı birey’ ve ‘duyarlı toplum’ diyebilir miyiz?
Bu maksatla konumuz olan çalışmayı en az ikiye ayırabiliriz. ‘Mecburiyetler’ ve ‘Hayallerimiz’ diye. Eğer bünyemizi ayakta tutmak için çalışıyorsak bu ilki olan, mecburiyetlere girer. Bu da yaşamak değildir. Merakın ve hayal gücünün farklı biçimlerinde keşfedilmemiş kültür peşinde olmaktır ve de öğrendiklerimizi bir takım araçlarla sunmaktır yaşamak. Buraya şu örneği koymak isterim; GüneşKöy arsası üzerine 100 metreye varan Hızlı Tren Viyadükleri yapılırken ekolojik yaşam adına hayallerimizin yıkıldığını düşündük ilk başta. Sonra yapılan verimli toplantılarımızda, hayallerimize daha fazla sarılarak, viyadüklerle yaşamayı ve bunun yollarını aramayı sürdürdükçe, artık onları verimli arazimizin üzerinde yükselen ‘heykeller’ gibi görmeyi başardık. İşlerimize hemen kaldığı yerden başladık gurubumuzun üçte ikisine yakınını kaybederek. Umudumuzu çalışmalarımızla, çalışmalarımızı umudumuza yükleyerek kendi dönüşümlerimizi sağladık. Canı gönülden yanımızda olan, baştacı gönüllülerimiz ile birlikte yürüttüğümüz projelerde güçlendik. Ana sistemin zaten bir anlamı vardı, bunu her defasında herkes bir birey olarak, ‘tek başına gurup gücünü yüreğinde taşıyarak’ anlamlandırdı. Eminim, bu hususta herkes kendisini deneyimlerken, mutluluk yollarında ufaktan yükleme de yapmıştır kendisine, kendi barış yoluna.
Yaşamayı, soluk alma ve verme ile karıştırmayalım. Bu doğal güdülerimizle olması gerekendir. Çok sevdiğimiz bir işimiz de olabilir, eğer bu bize kural ve zorunluluklar içinde yaptırılıyorsa buna ‘iş’ denir. Kesin hatlarıyla belirlenmiş şeyleri, görevleri yapmaya itilenler zamanın çeşitli niteliklerinin tadına varmaya pek davet edilmezler. ‘Çalışmak dengesini kurarlar ama yaşamak dengesini’ pek değil. Mutluluk içinde olarak zamanı unutmak, zamanı hayatımızdan çıkarmak, zamanı değerli kılarak varolmak asıl ‘yaşamak’ tır demek istiyorum. Ben GüneşKöy’deki çalışmalarımda zamanı hep önceledim, zamanla yarışmak değildi bu, yapılacak işler vardı ve vaktinde yapılmadığında ‘acil duruma’ düşmekteydiler. Aciliyet ise, durup dururken strese, işlerin kötü yapılmasına, başkalarının moralinin de bozulmasına neden olmaktaydı. Ortak çalışmalarda ajanda sahibi olmak önemli. Böylece, ‘o kadar çalışma zorunluluğuna’ düşülmeden, ‘bu kadar düzenli çalışmayla’ işler yapılabilir.
“Verimli olabilmek de ‘yaşamak’ kapsamına girmez. Çünkü verimlilik uğruna zaman kazanmak hiçbir zaman yetmediği için zamanla savaşmak, çok yavaş aktığı için zaman öldürmek, paraymışcasına zaman harcamak; zaman açıkça paradan daha değerliyken bunların hepsi ‘meşguliyet’ gizemiyle birer ön sevişmedir. Çünkü meşguliyet, hayatın her bir anının nasıl anlamlı ve unutulmaz kılınacağını henüz ortaya koyamamıştır.” Der Teodore Zeldin.
Bir örnek kafamı hep meşgul eder. Eline tüfeği alan bir avcı, ruhsatını da cebine koyarak ormana dalıp küçük kuşları, büyük hayvanları, canının çektiği her şeyi kafasına göre avladığında, yanıbaşında tüfek sesini duyduğumuzda veya bu haberi bir gazetede okuduğumuzda içimizde kopan nedir? Haberi öğrendikten, gazetede başka sayfaya geçmeden önce ‘duygularımıza düşen ilk şeyi yapmaktan bizi alıkoyan nedir?’ Ev ahalisine seslenip, ‘Bugün Pazar, haydi ormandaki piknik programımıza gitme vakti geldi’ demek de olabilir; ‘Vay be, ruhsat da veriliyor hayvan öldürmeye!’ demek de veya ‘Hep aynı haberleri veriyor gazete’ demek de vs. Kendimizi küçük bir sorumluluğa itemez miyiz? Bu çalışma, ‘farkındalık’ da olabilir, ‘Hayvan hakları ile ilgili bir kurumu ziyaret’ te olabilir veya ‘O yörenin valiliğine bir dilekçe yazmak’ da. Ben her üçünü de bir ‘çalışma’ olarak görüyorum.
Duygulandık ve konuyu kapattık. Sadece duygularımıza güvenerek yaşarsak yeterli tepki ve etkide olamayabiliriz. O zaman duygularımızın akacağı, yaptığımız işten mutlu olabileceğimiz ‘çalışmanın bir anlamı olmalı’ değil mi? Anlam, ‘iyi bir şeye hizmet’ olabildiği gibi ‘zihinlerinin arkasında ilkellik olanlara karşı da olmuş olabilir veya ellerine geçirdikleri saf, masum, cahil, korku ile yaşayanları inandıkları şeylerden vazgeçirmeye dönük çabalarda da bulunabilir. Bakın, burada ‘rutin’ bir zorunluluk yok. Farkında olmak, görmek, anlamak, kavramak, sonuç çıkarmak ve başlamak var. Herkesin küçük küçük bir şeyler yapabileceği ‘başlamaklar’ var. O kadar veya bu kadar çalışma anlamı var. Bazılarımız buna ‘mecburiyet’, bazılarımız ‘gereklilik’ der. Ben ‘gereklilik’ konusunu öne çıkarıyorum sürdürülebilir bir zihinle düşünerek. Bu paragrafa iki alıntı koyacağım. Birincisi, Anatole France’den, “Harika şeylere ulaşmanız için sadece harekete geçmeniz yetmez, aynı zamanda hayal etmelisiniz. Sadece planlamanız yetmez, aynı zamanda inanmalısınız” ve ikincisinde Dostoyevski, “Amacınıza ulaşmak için hiçbir şeyi küçümsemeyin, tam ulaşamasanız bile deneyin, belki başarırsınız. Hepimiz bel bağladığı şu belki hiç de azımsanacak bir umuttur” der.
Bireyin nasıl yaşadığı biraz da yaptığı işle alakalı değil mi? Yaptığımız işler toplumu geliştirmek adına ise o kadar çalışma hakikaten önem arz eder. Rakiplerini yok etmek, onları satın almak, yakıp yıkarak, taciz ederek, kimseyi benzer işler yapmaya sokmayarak vs. bu uğurda o kadar çalışmanın bir anlamı olabilir mi?
İnsanın kötücül tarafları çok hızlı besleniliyor, unutmayalım. Sırf kendi kötücül heyecanları için, paranın ve gücün peşinde koşarak, varlıklarını hovardalıkla ve kötücül çarklarla yürütenlere derinden baktığımızda, kural ve yasaların çokça çiğnendiğini, açıkgözler olarak alkışlandığını ne zamana kadar göreceğiz medyada, komşumuzda, ortak yaşam alanlarında? Yine iş bize düşüyor, iyi yönde çalışarak içimizi beslemek. Bilmek için çalışmak. “Tilki kümesi iyi tanıyor diye bekçi yapılır mı?” der Harry Trumun. Tilkiyi de, tavukları da, kümesi de, bekçiyi de bilmek ve hepsi biraraya geldiğinde olacağı da bilmek. Güneşköy’de tavuklarımızı kışın arka arkaya tilkilere kaptırdığımızda, bu sözü defterimin bir köşesine yazmıştım. Tedbir aldık ama, tavuklarımızın üçte biri aç hayvanlara yem olmuştu. Bu ve başka çalışma zorlukları nedenleriyle ‘tavuk projemiz’ fesih edildi tarafımızdan. Ama o zamana kadar işini projemiz kapsamında görmüş oldu. Daha farklı bir çalışma, mesela, dışardan birkaç gönüllü yürütebilseydi bu projeyi, ekonomik değer haline getirilebilinirdi diye düşünüyorum. Yani, çalışmanın bir anlamı oldurulabilinirdi.
Çalışmanın bir anlamı olabilmesi, çelişkilerin de her zaman var olabildiğini kabul ederek, sonuçta mantıklı bir çıkarıma varılabilir düşüncesini ortaya çıkarır. Mantıksız çıkarım için elbette özellikle uğraşılmaz ama içine düşülebilinir. Bunun da farkına hızla varmak, durumu düzeltmek gerekir. Bu paragrafa da Samuel Johnson’dan, “Geleceği satın alabilecek tek şey bugündür” e inanırım. Farkına var ve başla çalışmana hemen. Ortak projelerde, sanki yalnızlarmış gibi, o yavaş davrananlar, o yavaştan almayı sevenler, uyumlanmayı bilmeyenler, hep aynı sazın teline vurarak müzik yaptığını sananlar, işin hiç ardıcıl programı olmadığını düşünenler, bunu başkasına da salık verenler… Usandıracak kadar bıktırdıklarında sonucun ‘bitiklik’, ‘artık değmez’, ‘kendi hallerinde kalsınlar’, ‘benden bu kadar’… demeye getirenler, sizler de biraz düşünün, proje çalışmalarının en az üç ayağı vardır; planlama, uygulama ve kontrol diye. Her biri kendi içinde bir sürü alt başlıklar da taşır.
Para için; tutkular için; değer yargılarını geliştirmek için; egonun mutluluğu için; yardım hizmetinde bulunmak için; inanç için; sevgi için; çelişkilerden kurtulmak için; farkındalık için; yenilikler için; bir şeyleri öteye taşımak için; bazı şeyleri anarşizm ruhu ile temelden sarsmak için; mecbur bırakıldığımız için; hayranlık uyandırmak için; ispat için; aç gözlülük için; bencillik için; saplantılarımız için; başkaları yeter derecede çalışmıyor, iş yine bize düştü demek için; monotonlukla savaşmak için; eğlencelerde boy göstermek için; sanatta ve başka şeylerde kariyer yapmak için; bir yerlere varmak veya vardığımız yerde kalabilmek için vs. çalışır dururuz. Hepsi de kendi içinde anlam ve doğruluk taşır.
Bence insanlık, ‘iyi şeyler adına çalışmak’ başlığı altında son sözünü daha söylemedi. İklim değişiklikleri, salgınlar, varsıllık ve yoksulluk arasındaki uçurumun açılması, her yaşta kişilik yozlaşmaları gibi birçok dert ve konuda aklını toparlayamadı. Memnuniyetsizlik garantisi veren işlerin peşinde de koşuluyor, iletişim gücünü artırıcı projelerin de. Hepsi bir şeye yarıyor aslında. Her şeyin en az iki ucu vardır dediğimizde yani. Steve Jobs, “Zamanımız kısıtlı! Bu yüzden başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizi duymanızı engellemesine izin vermeyin” diyor. Ben bunu çalışmaya dönük analiz ettiğimde ‘odaklanma’ yı anlıyorum. Zamanımız kısıtlı diye ‘panik’ de yapmamak lazım.
Bu kadar neden çalışıyorsun sorusunda, keşfetmenin hazzı; kendimizi insan olarak oluşturmak; daha doğal ve mecburiyetlerden uzak bir yaşam biçimine ulaşmak; daha özgür insanlara dönüşmek; çoğu insan için daha iyi bir günlük yaşam olması için uğraşmak; bütün evrenin çeşitli hakları için mücadele vermek; tüm dünyada özgürlük ve fırsat eşitliği adına demokratikleşmeye katkıda bulunmak; neşeli ve daha güzel şeyler yaratmak; uzun ömürlü ve insanca bir sosyal vizyonu biraraya getirmek ve geleceği daha güzel hayal etmek… cevapları var.
GüneşKöy Vizyonu diye bakarım üstteki paragrafa. GüneşKöy kültürü ne arar, diye bir soru sorduğumuzda, hayatında neyi ne şekilde yapıtığın önemsiz değildir, diye yanıt vermek isterim. Nerede durduğumuz toplum adına çok önemli ve değerlidir. GüneşKöy, sadece BEN değil, BİZ var olabiliyoruz demeyi öğretmiştir bana. Çalışmalarımı burada çok değerli olarak 20 yıldır anlamlandırıyorum. İnsanlar aralarındaki farklılıklar nedeniyle bir ilişkiyi olgunlaştırma şansına sahiptir. Birlikte daha başka neler başarabiliriz, diye sorduğumuzda, iletişimi güçlendirdiğimizde çalışmalarımıza anlam yüklemek yerine, anlamlı işler yapmış oluruz. Kültürün aradığı da bu değil mi?
Çalışmak sadece para kazanmak değildir. Hepimiz biliyoruz ki, ticareti yapılan en değerli meta, altın felan değil, ‘zaman’ dır; her gün en faydalı şekilde ne yapılabileceğine karar vermektir. Rutin olarak iş hayatımıza bu nedenle ‘mutluluk verici bir şey’ diyemiyorum. Çünkü, hayatta ancak %2 gibi bir oranda insanlar işine hobby gibi bakabilmeyi becermekte. Okuduğum bir yayın bunu belirtir.
İş öğretilen bir şeydir. Teknik bir şeydir. Anlam arayışında olarak, yaptığımız işlere felsefi olarak da, kapsamlı bir bakış açısıyla bakmak iyi olur. Ömür boyu sürecek bir kavrayış ve bir takip sürecini içerir felsefi düşünmek. İş için yoğun çalışmak, diyebilirim ki, hem suyu, hem ekmeği kazandırmaya uğraşır. Felsefi düşünmek, susuzluk açlıktan daha hızlı öldürür, diye düşündürür. Zihnimizi açar. Bizler gibi, doğayla sürdürülebilir çalışırken bir cebinizde felsefi yaklaşım olsa çok yerinde olur.
‘Önceliklerimiz var olabildiği’ gibi, onları hallettiğimize inandığımızda ‘devam ettirebileceklerimiz’ çıkar ortaya. Devam ettirdikçe de çalışmanın ne kadar etkin olabileceğini de kavrarız. İşte bu noktada, zaman önemli olur ama zaman mutluluklar arasında kaybolup gider. ‘Zaman ne kadar da hızlı geçti yaa!’ der dururuz. Felsefi bir yaklaşımla son sözümü söyleyecek olursam, faydalı işlerde çalışarak ‘zamanı öldürmek iyidir’ derim. Sevgiyle saygıda kalın.
Fikret ŞİMŞEK
Strasbourg, 12. 02.2022